24 Ekim 2018 Çarşamba

DÜŞMANIMIZ KRONİK STRES


Gün içerisinde işte, evde, okulda yaşadığımız olaylar, sınavlar, yetişmesi gereken projeler, geçim sıkıntısı, eve giderken maruz kaldığımız trafik hatta akşam evde izlediğimiz haberler bile vücutta stres yaratmaktadır. Peki nedir bu stres? Vücutta nelere sebep olabilir? Neden tehlikelidir?


Stres vücutta ve zihinde, içsel ya da dışsal bir uyarana karşı verilen tepkilerin genel adıdır. Stres kavramı; tamamen negatif olarak da algılanmaması gereken bir kavramdır. Canlının yaşamı için gerçekten tehdit oluşturan durumlarda, stres sayesinde aksiyon ve tedbir alınabilir. Ancak aynı şeyi uzun vade için belirtmek mümkün değildir. Kronikleşen stres durumu vücutta birçok dengesizliklere ve önlem alınmazsa problemlere yol açabilmektedir.


Vücut stresli durumlarda belirli hormonlar salgılar. Bunların başında da kortizol gelir. Kritik anlarda kana karışan kortizol sadece kişinin kendisini koruyabilmesi veya kaçabilmesi için gerekli enerjiyi sağlayabilmek adına kan şekerini artırır ve üreme sistemimizden bağışıklık sistemimize kadar diğer bütün sistemleri bir süreliğine baskılar. Kortizol salınımı tehlike geçince normale dönmektedir. Hayatımızı kurtaran bu hormon, stres kronik hale geldikten sonra olumsuz etkilerini göstermeye başlar.

Stres kronikleştiğinde vücut hep alarm durumunda kalmaktadır. Kandaki kortizol değerleri sürekli yüksek seyretmektedir. Sonuç olarak anksiyete, bağışıklık sisteminin etkin bir şekilde çalışamaması, yüksek tansiyon, sindirim problemleri, kısırlık, obezite, kalp krizi, uyku, hafıza ve konsantrasyon sorunları meydana gelebilmektedir.

Yapılan araştırmalar stres hormonlarının bel çevresinde daha çok yağ depolanmasına sebep olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda aşırı kilo ve riskli yağlanmaya bağlı olarak kalp krizi gelişme olasılığını da artırmaktadır. Stres hormonları kalp atışlarını hızlandırarak, damarların daralmasına sebep olarak tansiyonun yükseltmektedir. Stres kronikleştiğinde kalbe binen yük artar ve kalp- damar hastalıklarının oluşmasına zemin hazırlanmış olur.

Sürekli hale gelen stres durumu sindirim sistemi üzerinde de olumsuz etki yaratmaktadır. Mide ülseri, reflü, hazımsızlık, kabızlık, ishal, spastik kolon, şişkinlik, gaz şikâyetleri bunlardan bazılarıdır.

Stres hormonlarının kanda sürekli yüksek seyretmesi sonucu bağışıklık sistemi aktiviteleri de bozulmaktadır. Bunun sonucunda vücut enflamasyona elverişli hale gelmektedir. Bu da stresli kişilerin daha kolay hastalanarak, daha zor iyileşmelerine sebep olmaktadır. Bağışıklık sisteminin düzgün çalışmaması nezleden kansere kadar tüm hastalıkların oluşmasını etkilemektedir. Bununla birlikte yapılan çalışmalar kanser hastalarında oluşan kronik stresin, metastaz olasılığını ve yayılma hızını arttığını göstermektedir.

Yapılan çalışmalar gösteriyor ki stres hormonları yüksek olan kişiler, hamile kalmakta zorlanmaktadır. Aynı zamanda herhangi bir fiziksel problem olmamasına rağmen, çiftin aşırı çocuk istemesi de stres yaratabilir ve bu nedenle hamilelik gerçekleşmeyebilir. Bununla birlikte adet düzensizlikleri ve adetten erken kesilme de stresli kişilerde sıkça karşılaşılmaktadır.

Kandaki kortizol seviyelerinin kemik yoğunluğunu da azalttığı, bu sebeple kemik erimesine sebebiyet verebileceğini gösteren çalışmalar da mevcuttur. Kronik stresin, beyin üzerine etkilerinden bahsedersek, hafızaya zarar verdiğini gösteren araştırmalar bulunmaktadır. Hafıza problemleri sonrasında demans, alzehimer ve konsantrasyon bozuklukları gibi ciddi problemlere sebebiyet verebilmektedir.

Stresli durumda baş ağrıları sıkça görülmektedir. Migren ve gerilim tipi baş ağrılarının çoğunluk nedeni strestir. Aynı zamanda depresyon, kaygı bozuklukları, panik bozukluk gibi hastalıklar, gergin kişilerde daha sık görülmektedir.

Peki günlük hayatımızdan stresi çıkaramıyorsak, nasıl baş edebiliriz? Kendinize iyi gelen, sizi günlük hayatın stresinden uzaklaştırabilecek uğraşlar bulmak en önemli yöntemlerdendir. Özellikle düzenli egzersizin stres hormonlarını azalttığı bilinmektedir.

Uyku düzeninize de dikkat etmelisiniz. Düzenli ve yeterli uyku, kortizol seviyelerinizi dengede tutmanıza yardımcı olacaktır.

Sağlıklı beslenme de stresle savaşta en önemli etkenlerden biridir. Karbonhidrat ve basit şekerlerden zengin diyetler kan şekerinizde ani oynamalara sebep olacağından kronik stres için kesinlikle doğru bir tercih olmayacaktır. Bunların yerine protein, sağlıklı yağlar, sebzeler sizi hem tok tutacak hem de kan şekerinizi dengeleyecektir. Aynı zamanda C vitamini tüketimi de stresi kontrol altına almanıza yardımcı olabilmektedir. Araştırmalar gösteriyor ki, C vitamini stres ve stres kaynaklı kalp krizi, yüksek tansiyon gibi sağlık problemlerine karşı koruyucu etki göstermektedir. C vitamini vücutta stresle savaşırken aynı zamanda bağışıklık sisteminizi de güçlendirecektir. Aynı zamanda omg-3 ‘ün de vücutta stresle savaştığını gösteren araştırmalar bulunmaktadır.

Kronik stresin birçok sindirim sistemi rahatsızlığına sebep olabileceği ve bağışıklık sistemini olumsuz etkileyeceğinden bahsettik. Buna karşı bağırsak floramızı desteklemek en önemli önlemlerden biri olacaktır. Probiyotik bakteriler bağışıklık sisteminizi destekleyerek artan kortizol seviyelerinizi aşağı çekmenize yardımcı olacaktır.

Mora Terapi yöntemi ile yapılan stres terapilerinde daha çok renk terapileri ve kişiye özgü Bach çiçeklerinden oluşturulmuş terapiler kullanılmaktadır. Kronik stres vücutta önemli sorunlara neden olabiliyor, bütünsel sağlığımız açısından stresle başa çıkma tedavi ve yöntemlerini mutlaka dikkate almalıyız. 



17 Ekim 2018 Çarşamba

OBEZİTE VE DEPRESYON DÖNGÜSÜ


Depresyon da obezite de dünya çapında sıklıkla karşılaşılan ve her geçen gün yaygınlaşan sağlık problemlerindendir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda, depresyonun obezite ya da obezitenin depresyon riskini artırdığı gibi farklı sonuçlar bildirilmesine karşın, çoğunlukla depresyon ve obezite arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu gösterilmiştir.



Obezite; tip 2 diyabet, hiperkolesterolemi, osteoartrit gibi kronikleşebilen hastalıklara zemin hazırlar; hayat kalitesini düşürür, ayrıca ciddi sağlık problemlerine sebep olabileceğinden ölüm oranını arttırmaktadır. Yapılan son çalışmalarda; obezite ile birlikte major depresyon, bipolar bozukluk, panik bozukluk gibi psikiyatrik hastalıkların da yaygınlaştığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte depresyonun da obeziteye sebep olabileceğine dair araştırmalar bulunmaktadır.

Bu konuda yapılmış bir araştırmanın sonuçlarına göre; aşırı obez bireylerde depresyon görülme riski artarak; depresyon daha ağır geçirilmektedir. Yetişkinlerde önce obezite arkasından depresyon gelişirken, çocuklarda ise önce depresyon ardından obezite geliştiği bildirilmektedir. Özellikle obez kadınlarda depresyon görülme sıklığında obez erkeklere oranla ciddi bir artış gözlemlenmektedir.

Obezite ve depresyon arasındaki ilişkinin tek bir nedeni olmadığı, çok faktörlü bir yapıya sahip olduğu düşünülmektedir. Obez bireylerde en sık görülen sorunlar, kendine güvende azalma, çekingenlik, sosyal yaşamdan soyutlanma, işsizlik, evlilikle ilgili problemler, sıkıntı ve depresyondur. Bunlarla birlikte artan motivasyon kaybı fiziksel aktivitede azalmaya ve sonuç olarak obezite probleminde büyümeye yol açmakta, bir kısır döngü yaratmaktadır.

İnsanda ruhsal durum ve yeme davranışı arasında bir etkileşim olduğu bilinmektedir. Ruhsal durumla yemek seçimi, yeme miktarı ve yeme sıklığı arasında bir ilişki mevcuttur. İnsanda yeme davranışının anksiyete, neşe, üzüntü, öfke, depresyon gibi farklı duygulara göre değiştiği kabul edilmektedir. Yapılan çalışmalarda sıkıntı, depresyon, yorgunluk sırasında yeme miktarında artma olduğunu bildirilmektedir. Öfke, depresyon, sıkıntı, anksiyete ve yalnızlık gibi negatif duygular, yeme bozuklukları ve yanlış besin tercihleri olarak kişiye geri dönmektedir.

Depresyon ve obezite arasındaki ilişki konusunda yürütülen araştırmalarda, leptin hormonunun salgılanmasında meydana gelebilecek düzensizliklerin de bu ilişkiyi etkileyebileceği savunulmaktadır. Vücutta tokluk hissi sağlayan leptinin antidepresan benzeri bir etkisinin de bulunduğu, düşük düzeydeki leptinin ise depresif davranışlarla ilişkili olabileceği belirtilmiştir.

Bağırsaktaki faydalı bakterilerin, duygu durum üzerinde de etkili olduğunu gösteren çalışmalar her geçen gün artmaktadır. Probiyotiklerin, bağışıklık sisteminden metabolizmaya kadar birçok yaşamsal faaliyeti etkilerken aynı zamanda beyindeki mutluluk, endişe gibi duyguları kontrol eden merkezine de sinyaller yolladığı savunulmaktadır. Aynı zamanda mutluluk hormonu dediğimiz seratonin salgısının %95’i bağırsaklardaki yararlı bakteriler tarafından üretilmektedir.

Probiyotiklerle ilgili yapılan bir araştırmada, depresyondan obeziteye birçok sağlık probleminin bağırsaklar ve bağışıklık sistemi arasındaki iletişim problemi ile ilgili olduğu belirtilmektedir. Kilo probleminizin, depresif hissetmenizin sebebi bağırsaklarınıza gereken önemi göstermemeniz olabilir. Mora Terapi yöntemi ile yapılan hemen hemen her tedavide bağırsak sağlığı ön planda tutularak, kişinin bütünsel sağlığı amaçlanırken iyileştirmeye bağırsaklardan başlanır. Kilo verme terapilerinde mutlaka probiyotik takviyeler önerilir ve kişinin duygu durumunu desteklemek üzere tedavilerde mutlaka Bach Çiçekleri ve Renk Terapilerine yer verilir. 

10 Ekim 2018 Çarşamba

ŞEKERLER ENERJİ VERİR (Mİ)?


Şeker, maalesef günümüzde en çok tüketilen besin maddelerinden biridir. Her gün çayınıza, kahvenize attığınız şeker, yediğiniz tatlılar ve içtiğiniz gazlı içeceklerin yanı sıra içeriğini bilmediğimiz paketli gıdalarda da bulunmaktadır. Dolayısıyla şeker tüketirken, günde ne kadar tükettiğimiz konusunda net bir şey söyleyebilmek mümkün değildir.

Fazla şeker, vücut tarafından tolere edilemez ve bunun sonucunda zamanla vücutta birikerek birçok ciddi sağlık sorununa neden olabilmektedir. Şeker, vücutta hormon salınımını olumsuz etkiler, yaşlanma sürecini hızlandırır, kilo artışına ve bölgesel yağlanmaya sebep olur, karaciğer yağlanmasını tetikler, kalp-damar sağlığınızı olumsuz etkiler, bağışıklık sistemini zayıflatır, diyabet riskini artırır. Aynı zamanda daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi vücutta bağımlılık yaratmaktadır. Bu durum sadece kilo açısından değil aynı zamanda genel sağlık durumunuz açısından da çok önemlidir.


Şeker tüketmezsen enerjisiz kalırsın, beynin az çalışır gibi söylemlere günlük hayatta çok denk gelmişsinizdir. Bu yaklaşımlar son derece yanlıştır. Beynin ve vücudun ‘ekstra’ tüketeceğiniz yapay şekerlere kesinlikle ihtiyacı yoktur. Çünkü; beyin ihtiyacı olan şekeri gün içerisinde yediğimiz sebzelerden, kuru baklagillerden de karşılayabilmektedir.


Sabahları yataktan bir türlü kalkamıyorum, ne kadar uyursam uyuyayım dinç uyanamıyorum, sürekli halsiz hissediyorum diyorsanız, bunun sebebinin tiroid gibi bir hormon metabolizması, fazla stres veya geceleri düzensiz uyku saatleri gibi hayat tarzınızdan ya da sağlık sorunlarından kaynaklanmadığından emin olduktan sonra, beslenme düzeninizi mutlaka gözden geçirmelisiniz.

Gün içerisinde tüketeceğiniz şeker içeriği yüksek gıdalar, özellikle paketli ürünler, enerjinizi kısa süreliğine yükseltebilir. Ancak, insülin seviyenizi de yükseltir ve sonrasında da hızla kan şekerinizin tekrar düşmesine sebep olur. Bu nedenle enerjiniz çabucak biterek, açlık hissiniz artarak geri dönecektir. Kan şekerindeki bu ani dalgalanmalar gün içerisinde vücudunuzda halsizlik ve bitkinlik hissini oluşturacaktır.

Gün içerisinde karbonhidrat ağırlıklı öğünlerin tüketimlerinden hemen sonra kanda seratonin seviyeleri artacağından, sakinlik ve rahatlama hissi meydana gelir. Genellikle yemeklerden sonra duyabileceğiniz ‘Rehavet çöktü’ deyimi de aslında buradan gelmektedir. Bu durum, gün içerisindeki uyku hali, odaklanma problemlerinin oluşum sebeplerinden biridir. 

Sabahları dinç uyanamamaktan yakınanlar için şunu da söylemek mümkündür. Gece yatağa tok girdiğinizde vücut sindirim için çalışmaya devam etmek zorunda kalacaktır. Bu nedenle vücudunuz yeni güne hazır uyanabilmek yerine, tüm gece çalışmış ve dinlenememiş olarak güne başlar. Bu konuda, gece yatağa girmeden en az 3-4 saat öncesinde beslenme işleminin tamamen bitmiş olması önerilmektedir.

Masum gözüken şeker aslında yaşam standartlarınızı ne kadar çok etkiliyormuş değil mi? Siz de enerjinizi sebzelerden, kaliteli karbonhidrat kaynaklarından, proteinlerden ve sağlıklı yağlardan karşıladığınızda değişimi göreceksiniz. Şekersiz beslenmeye başladığınızda sabahları dinç uyandığınızı gözlemleyeceksiniz.

Mora Terapi yöntemi ile şeker bağımlılığınızdan kurtulmanız mümkündür. Şekerli gıdalardan alınan frekans bilgileri ile vücuttan silme işlemi gerçekleştirilerek bu gıdalara karşı isteksizlik oluşturulur. Bunun sayesinde de Mora Terapi seansları sonrasında verilecek olan sağlıklı beslenme protokolüne uyum kolaylaşacaktır. Bu şekilde bütünsel olarak sağlıklı hissederek güne daha zinde başlayabilirsiniz. 



4 Ekim 2018 Perşembe

ALERJİ NEDEN BU KADAR YAYGIN?

Alerjiler, bağışıklık sistemimizin çevresel maddelere tepki göstermesi sonucu gelişen biyolojik tepkilerdir. Gıda, polen, toz, hayvanlar, böcek sokmaları veya ilaçlar gibi farklı yapılara alerjen denir ve alerjiler bu maddelere tepki olarak ortaya çıkabilir.

Çocuklarda en sık görülen gıda alerjileri inek sütü, buğday, balık ve deniz ürünleri, tavuk yumurtası, soya, fıstık ve kiviye karşı gelişmektedir.

Vücudun gösterdiği alerjik tepkiler, hapşırık, öksürük, deride kabarma şeklinde olabilmektedir. Ancak, alerjiye yol açan maddeler, bazı kişilerde hayatı tehdit edecek şekilde sonuçlanabilmektedir.


2007 yılında yayımlanan bir araştırma, gıda alerjisi teşhisiyle hastaneye yatırılanların sayısının 1990 yılından bu yana yüzde 500 arttığını göstermektedir. Alerjinin, batı dünyasında daha sık görülmektedir. Her 20 kişiden 1’inde bir gıda alerjisi, her 100 kişiden 1’inde de anafilaksi olarak bilinen hayati tehlikeye sahip alerjik bir reaksiyonların olduğu saptanmıştır.

Peki alerjik reaksiyonlar neden bu kadar artıyor?

Genel olarak ele alındığında, yapılan araştırmalar sonucunda, besin alerjileri daha çok gelişmiş ülkelerde ve büyük kentlerde görülmektedir. Bunun nedenleri endüstrileşme, beslenme alışkanlıklarındaki değişiklikler, aşırı hijyenik yaşam ve bilinçsiz antibiyotik kullanımı olabileceği düşünülmektedir. Alerjilerin görülme sıklığındaki artışın sebebi net bir şekilde bilinmemekle birlikte bu konuda birkaç teori öne sürülmüştür.

Bu teorilerden biri hijyen teorisidir. Teoriye göre; insanların çok daha temiz ortamlarda yaşamaları, bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına neden oluyor ve bunun sonucunda da vücut alerjik reaksiyon göstermeye elverişli hale geliyor.

İleri sürülen en güncel teorilerden biri de, yumurta ve fıstık gibi alerjik gıdaların çocukluk döneminin sonlarına kadar tüketilmemesi, ileriki dönemlerde bu besinlere karşı alerji gelişimini artırabileceğine yöneliktir. Fıstık alerjisi riskinin yüksek olduğu bir toplumda yapılan bir araştırma, erken yaşta fıstığa maruz bırakılmanın bu besine karşı alerji geliştirmeyi engelleyebileceğini göstermektedir.

D vitamini eksikliği de alerji riskini artırabilmektedir. Yapılan birkaç çalışma, kandaki D vitamini değerinin düşmesinden dolayı alerji geliştirme riskinin arttığını göstermektedir. Fakat var olan alerjileri tedavi etmek için D vitamini tedavisinin etkili olup olmadığı henüz kanıtlanamamıştır.

Alerjilerin neden arttığına dair en yaygın teorilerden biri, bağırsak mikrobiotasının yeterince güçlü olmamasından dolayı alerjilerin arttığıdır.  Düşük lifli diyetler, basit şeker, tatlandırıcı ve gıda katkı maddelerinin tüketiminin artması ve yoğun antibiyotik kullanımı nedeniyle değişmiş bağırsak florası vücudun bağışıklık sistemini olumsuz etkilemekte ve alerji oluşmasına neden olabilmektedir. Aynı zamanda bu konuyla ilgili şunu da söylemek mümkündür. Sezaryen doğum oranları da her geçen gün artmaktadır. Bebek ilk probiyotiklerini annenin vajeninden almaktadır. Bu da bebeğin enfeksiyonlara karşı korunması ve bağışıklık sisteminin güçlü olması için son derece önemlidir. Ancak sezaryen doğumlarda bebek doğum kanalına girmediği için anneden probiyotiklerini alamaz ve bağışıklık sistemi normal doğan bebeklere göre çok daha güçsüzdür. Bu da ileriki dönemlerde alerjik bünyeye sahip olmalarına neden olmaktadır. Aynı zamanda anne sütü yerine verilen mamalar da yine bebeği bağışıklık sistemi açısından yeterince destekleyemez ve bunun sonucunda da bebeğin alerjik bir bünyeye sahip olmasını tetikleyebilmektedir.

Mora terapi yöntemi ile yapılan alerji terapilerinde de; kilo, metabolik sendrom, diyabet terapilerinde olduğu gibi bağırsak sağlığı ve bağışıklık sistemi ön planda tutulmaktadır. Çünkü; güçlü bağırsaklar, güçlü bağışıklık sistemi ve güçlü metabolizma demektir.